SAVAŞIN BAĞRINDAKİ TİLKİ
Korkuyla sinmiş olduğum küçük oyuğun; çok değil, hemen birkaç ağaç uzağından tiz bir çığlık koptu.
Oldukça tiz hem de.
Kurumuş, yaşlı bir ağacın yapraklarını titreştirecek, büyük çoğunluğunun düşmesine sebep olacak kadar tiz.
Sincapları, tavşanları yuvalarına kaçıracak; kaplanları ürkütecek kadar tiz.
Etraflarındaki keşmekeşin farkında olmayarak, umursamadan cıvıldayıp oynaşan kuşlar uçtu şuradan. Sürü halinde, havalandılar. Yüreğim dağladı. Bir zamanlar birlikte olduğum, koşup oynadığım, kan bağım olmayan kardeşlerimin teker teker ölmesi ve benim burada sadece bir korkağın yapacağı gibi saklanmam, elimin kolumun bağlı olması durumu daha iyi hale getirmiyordu.
Savaştı bu. Acı gibi, ölüm gibi kavramları kullanır, ne yazık der, sonra mutlu bir şekilde hayatınıza devam ederdiniz; değil mi?
Hayır. Çok daha fazlasıydı bu, katliamdı, vahşetti; tükenmişlik, bitmişlikti. Ölüm vardı, evet ama bencillik de vardı, sevgi de, fedakârlık da.
Bomba sesleri. Silahlar. Sessizlik ve çığlıklar.
Sindiğim yerin hemen dibinde, metal bir asker duruyordu; hissettim. Metal, evet. Aldığı acı eğitim sonucu kopmuş uzuvları, metal parçalarla kaynaştırılmış ve zırhına bir de kanat eklenmiş bir askerdi bu.
Soluğumu tuttum. Beni görmedi de hissetmedi de, sadece hissetmiş olsaydı bile eğer, işim bitmiş olurdu. Kanatlarını metalik, kısa ama gürültülü bir sesle açtı ve uçarak uzaklaştı. Nefesimi verdim.
En nihayetinde, başımı biraz olsun dışarı çıkarıp olan bitene bakmak için cesaret gösterebildim.
Kan vardı. Çokça hem de. Metal parçaları, ölü veya diri insanlar ve başka birçok şey. Bir adım attım. Tepemde uçan askerler, yanan ağaçlar, kimyasal ve doğal alevler… Bir anlığına hepsi yok oldu. Sadece bir anlığına.
Nasıl bu hale geldiğimizi düşündüm. Barışın nasıl bu kadar çabuk yitip gittiğini, her yerin ve herkesin nasıl bu kadar fazlaca ve çabukça yok olduğunu…
İnsanlık, iyi yerlere gitmiyordu. Sonumuz ne olacaktı? Farklı ülkeler tarafından kuşatma halindeydik. Fırsat buldukça herkes onu bunu boğazlıyor, olur olmadıkça birbirlerine karşı savaşlar başlatıyorlardı. Mutsuzduk, herkes mutsuzdu. O an, o kısacık bir an kendime bir söz verdim: Savaşmadan ölmeyecektim. Savaşmaktan kastığım sadece “yardım etmek” olacak olsaydı bile. Verdiğim bu sözü tutacağım da meçhuldü ya gerçi.
Tüm bunlar, sadece o kısacık bir anda zihnimden geçiverdi. Son damlasına kadar vahşet ile dolu o dünyaya geri döndüğümde ise, çok çabuk harekete geçmem gerektiğini hatırladım. Gizlenmeli, ama savaşmalıydım. Yardım etmeli, ama ölmemeliydim.
Sonraları, her şey çok çabuk olupbitti… Birçok ölüm, yok olan bir millet, sevdiklerini kaybedip yaşama dair hiçbir beklentisi kalmayan insanlar ve dahası.
Tekrar bomba sesleri, silahlar. Ve tekrar mutlak bir sessizlik…
Ailem nerede bilmiyordum.
Bir çığlık.
Eğer onları kaybettiysem, bu…
Bir çığlık daha.
Hiç iyi olmazdı, ama…
Silahlar.
Onları korumak için çaba göstermemiş… Düşünmemiştim bile. Bu yüzden hayatım boyunca…
Bombalar.
Bunun için kendimi suçlayacaktım.
Savaş, acı bir şeydi. Şu an adım adım, sendeleyerek uzaklaştığım oyuğa ilk girdiğimde de; o sıkışık yerden kendimden emin bir şekilde çıkıp, ölümüme doğru yol alırken de bunu düşünüyordum. Artık hiçbir şey umurumda değildi; ne sesler, ne de askerler. Zihnimdeki tüm bu boşboğazlığın başından beri sadece ve sadece zaman öldürmek için olduğunu, korkaklıktan başka bir şey yapmadığımı fark ettim.
Ama hayır.
Kesin olan şuydu ki insanlar acımasızdı, ama mutlak sevginin ölümle birleşip ağır bir acı altında ezdiği o diğerlerinin öfkesi, her şeyden ve herkesten çok daha fazla acımasız olabilirdi. Ve ben, maalesef bu duygunun esiri haline gelmiştim. Korkunç bir şekilde hem de. Fark ettirmeden pençeleri arasına almıştı beni…
Savaşı her an hissettiğiniz, metal kanatlı askerlerin kol gezip insanları öldürdüğü, geçmişin asla tahmin edemeyeceği kadar vahşet dolu bu dünya; herkes için kaçınılmaz bir sondu. Savaşla dolup taşmış, berbat bir gelecekti.
Ben adım adım ilerlerken, zamanın akmaya hiç niyeti yok gibiydi. Etrafımdaki hiçbir şey, hiçbir şekilde yaşamaya devam etmiyordu sanki. Yaşıyorlar mıydı gerçi, onu da tam olarak bilmiyordum ya…
Etraf soğuktu; ayaklarımın altında ezilen yaprakların hışırtısı, duyduğum tek sesti. Bitmiş gibiydi. Ama nasıl bitmişti ki? Neler olmuştu?
O aşırı rahatsız edici sessizliğin içinde yürürken, birdenbire bir şey fark ettim. Bir oyuncak. Tam önümde, yerde duruyordu. İnsan formunda, içi tahminimce elyafla doldurulmuş, bezden yapılma bir tilki. Yer yer yara almış, dikiş yerleri kopmuştu. Aslında günümüzdeki oyuncaklar genelde bu tip olmuyordu, daha… Modernlerdi.
Fakat takdir edersiniz ki; savaşın getirdiği fakirlik ve açlık, böyle bir dünyada ancak böyle bir oyuncağın varlığına izin veriyordu.
Eğilip elime aldım. Evirdim, çevirdim. Tanıyordum sanki bu oyuncağı. Evet, tanıyordum. Birkaç hafta öncesinde; bebeğini kaybetmiş, ağlayan küçük bir kıza oradan buradan bulduğum çerçöp ile bunu yapıvermiştim. O kadar güzel gözüküyordu ki, o yoklukta bu kadar iyisini yapabilmiş olduğuma şimdi bile şaşıyorum. Güzeldi güzel olmasına ama, iyi zamanlarını geride bırakmıştı anlaşılan.
Gerçi o küçük kız neredeydi şimdi? Etrafıma baktım; sağıma, soluma, önüme ve arkama. Yoktu. Kimse yoktu. Ne olmuştu?
Savaşın bitmiş olma ihtimalini göz önünde bulundurdum. Kaybetmiş olabileceğimiz ihtimalini. Eğer öyleydiyse sanıyordum ki bu bez tilki sahibine bir müddet daha ulaşamayacaktı. Birdenbire içimde bir şeyin koptuğunu hissettim. Yapacağım son şey olacaksa bile bunu o kıza geri vermenin bir yolunu bulmalıydım. En azından bunu yapmalıydım. Yapmaya mecburdum.
Etraftaki sessizlik tam da aşırı rahatsız edici bir hal almaya başlamıştı ki onu duydum:
Uçak, havalanıyor; araçlar çalışmaya başlıyordu. Halkımız, kaybettikleri için metal kanatlı askerler tarafından götürülüyordu. Ve çok yüksek bir ihtimalle, gülüşü kalbime ışık saçan o küçük kızda onların içindeydi.
Olamaz.
Artık sallana sallana yürümüyor, var gücümle koşuyordum. Normalde nasıl bu kadar iyi gizlenebildiğimi, beni neden bulamadıklarını veya başka şeyleri düşünerek ağır ağır ilerlemeyi sürdürecek türden birisiydim. Fakat şimdi, olmazdı. Yapamazdım. Hayatta kalacak olursam bu denli ağır bir vicdan azabı çekmek, kalan ömrüm boyunca hiç yaşamak istemeyeceğim bir şey olurdu. İçten içe beni kemirir, ağır ağır ölüme sürüklerdi.
Bir anlığına, yavaşlar gibi oldum. Ancak şimdi fark edebiliyordum. Bencildim. Çok bencildim hem de. Şu durumda, söz konusu o küçük kızken bile, kendimi düşünüyordum. Ölmeyeceğime o kadar emindim ki, ölmeyi öylesine reddediyordum ki; kalan ömrümün konforu için endişe ediyordum. Yavaşlamış, olduğum yerde duruyordum şimdi. Bencil olduğumu hayatımdaki insanlar çok kez yüzüme vurmuştu, ama hepsinde duyduğum üzüntü, sadece o insanlar içindi. Şimdi ise, ben fark ediyordum.
Sesler iyiden iyiye artmıştı. Az önce anlaşılmayanlar, şimdi bir gürültüye dönüşmüştü. Her ne kadar bencil olsam da… O kızı mutlu edebilir miydim? Hakkım var mıydı buna? Ölmeyebilir, onları kurtarabilir miydim?
Sesler… Her ne karar verecek isem, elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Hala olduğum yerde duruyordum. Sonra, cesaretimi toplayıp koşmaya başladım. Hata mı ediyordum bilmiyordum, ama şu andan itibaren emin olduğum tek bir şey vardı, ölmeden önce güzel bir şey yapmayı, bir amacımın olmasını istiyordum. Tüm sevdiklerimi çoktan kaybetmiştim zaten. Ne yapıp edecek, ucunda ölüm olsa bile bu oyuncağı sahibine ulaştıracaktım.
Koşuyor, koşuyor ve koşuyordum. Gürültü artınca da, araçları görüp oraya varınca da, insanlar beni görüp umutlanınca da, metal askerler üzerime atılmaya çalışınca da durmadım. Bir cesede takılıp sendeleyince ve o ölü bedenin kardeşime ait olduğunu görünce bile durmadım. Kalp parçalayıcıydı. Gözlerimde yaşlarla, elimde oyuncak tilki ile koşmaya devam ediyordum. Önüme çıkan her şeyi bir kenara itiyor, koşuyordum.
Sonra, onu gördüm. Küçücük, kana bulanmış bedeniyle yerde yatıyordu. Zarif yapılı, bunca hengâmeye rağmen güzelliğinden ödün vermemiş bal rengi saçlı bir kadın; koşarak onun yanına geldi. Kabullenmek istemiyormuş gibi ağlıyor, sayıklıyordu. Ablası gibi görünüyordu ama eminim ki annesiydi. Öyle ağlıyordu, öyle ağlıyordu ki… Aynı annesinin yaptığı gibi, koşarak yanına çöktüm bende. Artık gözyaşlarımı tutmak için herhangi bir çaba sarf etmiyor, aktıkça akıtıyordum. Ellerimin onun kanına dokunmasına izin vermiyordum; bir ayıp olurmuş gibi, ellerim onun kanına layık değilmiş gibi sanki…
Az ötede yatan kardeşimi düşündüm. Şimdi onun gibi yatan cesetleri topluyorlardı. Birazdan sıra bu küçük, masum kıza gelecekti. Korktum, arkamı dönüp son bir kez bakmaya cesaret edemedim sevgili kardeşime. Öldüğüne o kadar emindim ki, bir beklentim öylesine yoktu ki; o yüzden onu görünce bu minikte olduğu gibi kendimi parçalamamıştım… Fırsatım olmamıştı veya bilmiyordum. Ama bu miniğin yaşadığına dair olan beklentim o denli büyüktü ki… Sanırım hayatta böyleydi işte, insanı öldüren şey beklenti ve umuttu. Aynı; kralın o soğukta, şövalyeye sıcak battaniye vaadi verdiği hikâyedeki gibi…
Yanımdaki kadın başını benden yana çevirdi, kim olduğumu soracaktı ki elimdeki tilkiyi gördü. “Sizden çok bahsetmişti…” dedi gülümsemeye çalışarak. Oyuncağı işaret ederek, kızının onu çok sevdiğini de söyledi. Bir an bile yanından ayırmıyordu dediğine göre…
Bende ona gülümsemeye çalıştım bunun üzerine, “Bunu ona bebeğini kaybettiği için yapmıştım,” dedim. Sonra ona mı, minik yavrusuna mı söylediğim dışarıdan belli olmayarak; “Onu onarıp getirecek kadar vaktim olsun inan ki çok isterdim,” dedim. Sonrasında hatırladıklarım, birkaç feryat ve beni tutup oradan koparan metalik seslerdi. Verdiğim sözleri tutabilmiş miydim, bilmiyordum ama en azından gözüm açık, gönlüm vicdan azabıyla yanarken ölmeyecektim. Yeterli değildi tabii ki ama bir nebze olsun rahatlamıştım. Karanlığa doğru yol alırken yarıda kesilen düşüncelerim; bunlardı bariz bir şekilde, bunlar olmalıydı…