Son Kitap

SON KİTAP

Sabah uyandı. Gözlerini kırpıştırdı. Yanından gelen hafif sesi duyduğunda bakışlarını oraya çevirdi. Kocaman televizyonun karşısında uyuyakalmıştı çocuk.
Annesi yanında duruyordu. Elinde kahvesi, uyanık kalmaya çalışıyordu. Babasıysa… Kitapların yakıldığı bu dünyada evinde kitap bulundurduğu için yıllar önce öldürülmüştü. Belki de ölmeyi seçmişti. Kitapların hor görüldüğü bir yerde kitapsız ve özgürlüğü elinden alınmış -kitap bulunduranları tutukluyorlardı- bir halde yaşamına devam etmek istememişti ve evi yakılırken kitaplarını kucaklayıp konuşmaya cesaret ederek kaderini kabullenmiş bir şekilde sessiz bir fısıltıyla onu da yakmaları için itfaiyecilere bu yüzden bağırmıştı.
Çocuğun annesi kalkması için koluna dokundu. Konuşmadılar. Çocuk tavana baktı. Yine konuşmadılar. Çocuk kalktı, annesi onun yerine geçip ekrana çivilediği gözlerini ayırmadan kumandanın tuşlarına basarak kanaldan kanala geçmeye ve ne izlediğini bilmeden anlamsız bakışlarla bir şeyler izlemeye başladı.
Çocuk dört duvarı televizyonlarla kaplı oturma odasından çıkarken hâlâ konuşmamışlardı. Çünkü kelimelerin dünyayı değiştiremeyeceğini hissediyorlardı. Oysaki ağızlarını açıp tek bir sözcük bile söyleseler geleceğin daha iyi olması için yeterli olabilirdi.
Çocuğun dünyayı değiştirebilecek kendinin bile bilmediği sözleri vardı ama susuyordu. Yıllardır…
Çocuk evden ayrıldı. Bomboş olduğunun farkında değildi. Mutlu muydu? Bilmiyordu. Hayatından memnun muydu? Onu da bilmiyordu. Çevresinde dolanıp duran robotlar gibi programlanmış bir şekilde tekdüze hayatını yaşamaya çalışıyordu.
Okula giderken aklına gelenlerle yavaşladı çocuk. Bugün müzeye gideceğiz, diye düşündü. Oraya gitme nedenlerini saçma bulması onu daha da yavaşlattı. O kadar yavaşladı ki en sonunda yürümeyi bıraktı. Durup çevresine baktı. Telefonlarına bakarak birbiriyle hiç konuşmadan koşuşturan kalabalığın arasında kendini fazlalık gibi hissederek hızla sınıfına ulaştı.
Arkadaş kelimesinin pek de hatırlanmadığı sınıfında arkadaşı gibi hissettirmeyen arkadaşlarının yüzüne bakmaya çekinerek sırasına geçti. Çantasından tabletini ve bilgisayarını çıkardı. İşleyecekleri dersin sayfasını açmaya kalkıştı ancak gelen bir mesajla bundan vazgeçti. Sıra arkadaşı bu ders müzeye gideceklerini yazmıştı.
Unutmaya çalıştığı müze aklına geldiğinde yüzü asılarak sıra arkadaşını başıyla yavaşça onayladı ve diğerlerinin yaptığı gibi içinde kitapların yer almadığına emin olduğu bir filmi izlemeye başladı.
Birkaç dakika sonra ders zili çaldı. Kusursuz ama yapay bir gülümsemeye sahip öğretmen sınıfa girdi. Robot kollar zorlanmadan mükemmel bir şekilde akıllı tahtaya “Bugün müzeye gidip Son Kitap’ı göreceğiz.” yazdı.
Öğrenciler yerlerinden kalkıp çantalarını sırtlarına aldılar ve tekli sıraya geçtiler. Öğretmen yüzünden hiç silinmeyen o korkutucu yapaylığıyla çocuğa dikti gözlerini. Öğretmen, babasının ne yaptığını biliyordu. Annesiyle babasının bir kitap yüzünden ayrıldığını, babasının ayrı eve taşındıktan sonra yasak olduğunu bilmesine rağmen evinde kitap bulundurduğu için yakıldığını…
Öğretmenden bakışlarını kaçırdı. Sessiz kaldı her zaman yaptığı gibi. Babasının başına gelenleri düşünmemeye çalıştı. Midesi bulandı. Düşünmemek için kendini zorladı. Ve en sonunda onların istediği gibi düşünmeyen bir birey olarak ilerleyen öğrenci sırasına yetişerek onlara ayak uydurdu. Onların yaptığı gibi hiçbir şeyi düşünmedi.
Okulun çok yakınlarındaki müzeye geldiler. Karanlık, yosun tutmuş duvarları ve parlak kırmızı giriş kapısı oradan uzak durmaları için son uyarıydı adeta. Ama bunu kimse umursamıyordu.
Hayatlarında yaptıkları hiçbir şeyi sorgulamadan öğretmenlerinin arkasından duygusuz adımlarla içeri girdiler.
Karanlık koridorlar, karanlık odalar hayatlarının da karanlık olduğunu onlara bas bas bağırıyordu. Fakat o da dahil tüm çocuklar cam bir bölmenin ardındaymış gibi boğuk gelen sesi duymamak için direniyordu.
Öğretmen yavaşça bir odanın kapısını açtı. Çocuklar korkarak içeri doluştu.
Kapağı sırtı ve çevrilecek sayfaları olan, tepesinden vuran ışığın altında parıldayan, camekanın içindeki kitaba bakakaldılar. Kitabın yanında bulunan elektronik ekranda “Son Kitap” yazıyordu. “‘Bütün bunlar ne zaman başladı?’ diye soruyorsunuz kendinize. Her şey çok önceden, iç savaş başladığında insanlar düşünmek istemediğine karar verdiğinde gerçekleşti. İnsanlar mutlu olmak istiyordu. Boş ve kafa karıştırıcı sözcüklerle dünyanın acımasızlığını her vakit yüzümüze vuran kitaplar mutluluğun engeliydi. Her gün insanların evlerinin birkaç metre üstünden geçen savaş uçaklarının sesini bastırmak için teknolojinin sesini açtılar. Kitaplar kısa sürede bir masala dönüştü. Birinin elinde kitap görseler -ki kitap okuyan o kişi satırların arasında kendini kaybetmiş bir vaziyette ağlıyor olurdu- garipserlerdi. Bu yüzden mutluluğu yok ettikleri için kitaplar itfaiyeciler tarafından yakılmaktadır. Mutluluk üstün teknolojide, oturma odalarındaki duvarlarda, yanınızdan ayırmamanız gereken telefonlardadır. Son Kitap, dünyada yasak olmasına rağmen gizlice basımı yapılan kitaplar haricinde geriye kalmış tek kitap, sizlere kitapların sadece üzüntü veren gereksizliğini göstermek için sergilenmektedir.”
Saçma, diye düşündü çocuk. Bu kadar korkulan bir şey yüzünden mi insanlar canından vazgeçiyor? Babam mutluktan uzaklaştıran boş kitaplar yüzünden ailesinden vazgeçmiş, ölmüş olamaz. Hayır, bunu kabullenemem. Bu saçmalık…
Yazıyı okuyan, öğretmenin peşinden dışarı çıkıyordu. O da bu düşüncelerini odada bırakarak öğretmeni takip etti.
Okula dönerken çantasında aniden bir ağırlık hissetti. Bir anda omuzlarındaki yük artmıştı. Yoksa bu vicdanının taşıyamadığı ağrı mıydı?
İnsanların uğruna canından vazgeçmeyi göze aldıkları bu kitaplarda ne olabilir, diye düşündü. Gerçekleri öğrenmemizden mi korkuyorlar? Karanlık dünyamızda gerçeklerle yaşamak gerçekten bizi mutsuzlaştıracak kadar zor mu? Yoksa korktukları gerçeklerle birlikte mutlu olmayı öğrenmemiz mi?
Okul bittiğinde çantasındaki ağırlıkla eve geldi. Annesi son ses açtığı dört duvar televizyonu izliyordu. Alıştığı manzarayı umursamadan odasına kapandı. Çantasının içindeki ders kitabı görevi gören bilgisayarı ve tableti önemsemeden yere fırlattı. Omuzlarındaki ağırlık azalmıştı. Telefonunu almak için çantanın derinlerine uzandı. Eline soğuk metal yüzey değil yabancı olduğu bir madde değdi. Gözleri şaşkınlık ve korkuyla açıldı.
Parmakları cismin yüzeyine bastırdı ve bir yanma hissiyle parmakları kesildi. İki deri kapak arasında sararmış sayfalar… Bu kesinlikle bir kitaptı. Çantasına nereden geldiğini bilmediği kitabın sayfalarının parmağında bıraktığı ince çizgiler halinde kanayan yaralarla kitabı eline aldı. Yakıp kül olmasını izlemekle kitabı kurcalamak arasında kaldı.
Parmağından süzülen kan kitabın kenarına damladı. Sararmış sayfa kanı emdi. Çocuk büyülenmişçesine kanı emen kâğıda baktı. Ellerinin düşünmeden hareket etmesine izin verdi.
Kitabı sırtından tuttu, kalbi göğüs kafesine hızla çarparken birinin onu görmesinden korkarak kitabın kapağını açtı. Birkaç sayfa çevirdi. Sayfanın ortasından bir yazı seçti gözleri. Suç olduğunu inkar ederek okudu yazılanları.
“‘Ve bakarsan…’ –Kız başıyla göğü gösterdi- ‘Ayda bir adam var.’” Çocuk ne demek istendiğini anlamayarak cama yaklaştı. Başını kaldırıp aya baktı. Bakmayalı epey olmuştu.
Daha fazlasını anlamak için başka bir sayfaya geçti.
“‘Bazen başımı böyle geriye atıp yağmur damlalarının ağzımın içine düşmesini sağlıyorum. Tatları aynen şarap gibi. Hiç denedin mi?’”
Çocuk bakışlarını düzensiz bir ritimle cama vuran yağmur damlalarına çevirdi.
Kitabın etkisinden çıkmaya çalışarak çantasına kitabı geri koydu. Sonra, dedi içinden. Yarın, evet yarın kitabı yakacağım.
Aklı karman çorman yatağa girip gözlerini kapattı ve uykuya daldı.
Rüyasında iki tarafın ortasında kalmıştı. Karanlık ve aydınlığın… Ne tarafı seçmesi gerektiğini bilmiyordu. Aydınlıktan vızıltı gibi boş televizyon sesleri karanlıktansa hiçlik duyuluyordu. Başını karanlık tarafa çevirdi. Bir kitap, çok uzakta karanlığın bulunduğu yerin bir adım ötesine kadar aydınlatıyordu. Karanlığın içine bir adım attı. Aydınlık taraf yok oldu ve kitabın ışığı haricinde her yer koyu bir siyahlıkla kaplandı. Koşup kitabın ışığına ulaşmaya çalıştı. O koştukça kitap ondan daha da uzaklaşıyordu. Çığlıklar atıyor, haykırıyor, gözyaşlarını akıtıyordu. Ama sesi yankılanarak içinde patlıyordu. En sonunda bir boşluğun içine kendini attı. Düştü, sonsuzluğun içinde sessizce düştü…
Ve uyandı. Güneş parlıyordu. Ay gitmişti ama yağmur durmamıştı.
Gözlerini kırpıştırdı. Odasının dışından gelen hafif sesi duydu. Annesi uyanmış, oturma odasında dört duvarın arasındaydı. Babasıysa…
Çocuk tavana baktı. Kalktı. Çantasından kitabı aldı. Kilitli çekmecesinden babasının gerekmediği sürece kullanma diyerek ona hediye ettiği çakmağı buldu. Çakmağı yaktı. Alevin dansını izledi. Çakmağı söndürdü. Elindekileri yatağının üzerine bıraktı. Kararsızca her şeyin kendiliğinden gerçekleşmesini bekledi. Bunu yapmak istemiyordu.
Elini uzatırsa yanaklarındaki ıslaklığı hissedeceğini biliyordu. Ve belki biraz daha akarsa gözyaşları, yapmak üzere olduğu şeyi yaptığında bunu durdurmak için yeterli olurlardı.
Çakmağı ve kitabı aldı. Camı açtı. Kitabı dışarı tutarken ucundan ateşe vermeyi denedi. Yağmurun altında alev yandı, söndü, yandı, söndü. Çocuk kitabı yakmaya çalışmaktan vazgeçip kitabı tek tek, sayfa sayfa yırttı. Islak sayfalar kendilerini okumaya gönüllü birini bulma umuduyla rüzgârda savruldu…
Çocuk evden ayrıldı.
Hiçbir şey olmamış gibi hissetmeye çalışıyordu ama farkındaydı. Bomboş olduğunun farkındaydı. Kitapların değil, birkaç satır dışında sararmış sayfalarıyla tarçın kokan bir kitabı hiç okumamış kendisinin boş olduğunun farkındaydı. Yağmurun altında herkes kendi işine koşarken insanların, annesinin bile onu umursamadığının farkındaydı. Sevdiği herkesi daha doğmadan önce kaybettiğinin farkındaydı. Hissizleşmiş bir halde yaşayan diğerlerinden bir farkı olmadığının farkındaydı. Tekrar hatırlaması gerektiğinin, kitapların olduğu bir dünyanın daha mutlu ve güvenli olduğunun hatırlaması gerektiğinin farkındaydı.
Artık düşünüyordu. Düşünceleri yokuş aşağıya akıp giden yolun üzerindeki yağmur damlalarının oluşturduğu su birikintileri gibiydi. Bulanıktı, net değildi ama soğuk ve gerçekti.
Hislerini, tüm öfkesini ve o çocuksu sevgisini dışarı vurarak hayata meydan okumak, tüm dünyayı karşısına almak istiyor ama bunu başaramayacağını biliyordu. Onun gibi düşünmesine rağmen susmaya devam eden milyonarca insan gibi… Susuyordu.
Mutlu muydu? Mutlu olmadığını biliyordu. Hayatından memnun muydu? Cevabın hayır olduğuna emindi.
Okula giden yönden sapıp açık havada bulunan tren durağına koşar adım gitti. Hızlı tren raylarının ortasına geçti. Birkaç insan, sadece birkaçı onun deli olduğunu düşünerek başlarını telefondan kaldırdı. Baştan aşağıya eleştiren gözlerle onu süzdüler.
Çocuğun yağmura karışan gözyaşlarını hiçbiri görmedi.
Ayaklarının altındaki raylar tren yaklaştıkça daha güçlü titriyordu. Çocuk gittikçe yaklaşan tren sesinin yanı sıra gökyüzünde savrulan birkaç kitap yaprağının hışırtısını duyuyordu.
Çantasını, içindeki tüm teknolojik aletlerin trenin altında ezilmesi için ayaklarının dibine bıraktı. Yüzünde acı bir tebessüm oluştu. Mutluluğu soğuk rüzgarla birlikte iliklerine kadar hissetti.
Hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeden önce başını çok hafif geriye atıp yağmur damlalarının ağzının içine düşmesine izin verdi, tatları aynen şarap gibiydi…

Exit mobile version